Siyaseti iyilerle kötülerin savaşı olarak değil de korku, öfke ve iğrenmeye karşı mutluluk, sevinç, merhamet ve samimiyetin mücadelesi olarak görebildiğimizde her şey çok güzel oluyor.
01.07.2019 – 13:48
Bundan tam bir sene önce dünyayı kendi kabilelerimizin prizmasından nasıl gördüğümüzü, “Biz”in anlam dünyamızı nasıl şekillendirdiğini açıklamaya çalışan “Biz – Siz – Onlar” yazısını umut dolu bitirmiştik:
“Biz” sabit değil, akışkan ve değişken… Toplum koca bir pasta ise onu onlarca farklı biçimde dilimlemek, daha geniş, daha çoğulcu bir “Biz” yaratmak ve uyum içinde yaşamayı becermek zor ama mümkün.
Bugün “Biz”i koruma veya yeniden tanımlamada duyguların nasıl işlev gördüğüne bir bakalım. Neşe, üzüntü, iğrenme, korku ve öfke olarak beş grupta toplayabileceğimiz duyguların temel işlevi bizi sağkalım perspektifinde “iyi” şeyler yapmaya motive etmeleri ve “kötü” şeyleri yapmaktan da uzak tutmalarıdır, Inside Out’u izlemiş olanlar hatırlayacaktır.
“Biz”i korku ve öfkeyle tanımlamak
Pazarlama profesyonelleri çoğunlukla markalarını olumlu duygularla bağlantılandırmaya çalışırlar ama iş politikaya gelince olumsuz duyguların maharetli kullanımı da çok önemli hale geliyor. Bir topluluğu bir arada tutmanın, “Biz”i tanımlamanın önemli araçlarından birinin korku ve öfkenin kullanılması olduğunu görmek mümkün. Cornell Üniversitesi’nden Psikolog David Pizarro’nun yaptığı çalışmalar iğrenme duygusunun da politik diskurda çok önemli bir yeri olduğunu gösteriyor. Korku tahmin edebileceğiniz gibi bizi bir arada tutmak, safları sıkılaştırmak için işlevsel. İğrenme ise başka bir özelliği sebebiyle çok güçlü; bulaşma.
İğrenç bir şey temiz bir şeye dokunduğunda, bu temiz şey iğrenç olur, tersi olmaz. Azınlıklar, göçmenler, farklı cinsel tercihe sahip insanlar… “Biz”den farklı olanlardan tiksinme duygusu yaratmak, safları sıkılaştırmanın ötesinde temas edenlerin de “enfekte” olacağı alt metniyle kutupları birbirinden uzak tutabilmek için oldukça işlevsel. Örneğin bir siyasi partiyi ve dolayısıyla destekçilerini çöple ve pislikle eşleştirmek böyle bir stratejinin örneği olarak verilebilir. Pizarro’nun 121 farklı ülkede tekrarlanan çalışması kolay iğrenmeyle tutucu dünya görüşleri arasında korelasyon olduğunu, iğrenmeyle güdülenen insanların görüşlerinin tutuculaştığını gösteriyor.
Daha çoğulcu bir “Biz”
Peki, daha geniş ve daha çoğulcu bir “Biz”i mümkün kılmak için hangi duygulara bel bağlayabiliriz? Berkeley Üniversitesi’nden Profesör Dacher Keltner doğru yanıt için Darwin’i referans gösteriyor. Darwin’in adı geçince hepimizin aklına, en güçlü olanın hayatta kalması geliyor. Halbuki grup seçilimi perspektifinden baktığınızda Keltner’in tabiriyle güçlü olanın değil iyilik yapanın sağ kaldığı bir dünyayla karşı karşıyayız. Darwin İnsanın Türeyişi kitabında insan türünün en güçlü içgüdüsünün sempati-duygudaşlık olduğunu ve bu beceriye sahip olanların çoğunlukta olduğu grupların sağkalım avantajına sahip olduğunu söylemiştir.
Bugün hâlâ öfke, korku ve iğrenmeyle bir arada duran küçük kabilelerde birbirimize taş ve mızrak atmıyorsak daha esnek ve büyük gruplar halinde var olabiliyorsak bunu birbirimizin duygularını anlayabilmeye, duygudaşlık kurabilmeye borçluyuz.
Sinirbilimci Vilayanur Ramachandran bunu başarabilmemizi sağlayan ayna nöronlara Gandi Nöronları ismini veriyor. Duygudaşlığın iki bacağı var, hem iyilik yapılan kişi hem de iyilik yapan mutlu oluyor. Dolayısıyla toplamı sıfır olmayan bir oyun evrimsel olarak avantaj sağlayıp yayılıyor. Sevinç, merhamet gibi olumlu duyguların yüz ifadeleri gibi vokal karşılıkları da evrensel. Hepsinin ötesinde Keltner’in yaptığı çalışmalar bu duyguların sadece dokunmayla da aktarılabildiğini gösteriyor. Siyasetçilerin sokak sokak gezip seçmenleriyle fiziksel temas kurmalarının sosyal medya çağında önemsiz olduğunu düşünenler ya da salt medya gücüyle toplumu dönüştürebileceğini düşünenler dokunmanın, fiziksel temasın olumlu duyguları nasıl yaydığını inceleyebilirler.
Ve en önemlisi iyilik, duygudaşlık, diğerkamlık da iğrenme gibi bulaşıcı. Sosyal ağlar konusunda önemli çalışmaları olan, Yale Üniversitesi’nden Nicholas Christakis iyiliğin, olumlu davranışın bulaşıcı olduğunu deneylerinde göstermeyi başardı. Christakis, çalışmalarında insan sosyal ağlarının özel olarak iyiliğe veya kötülüğe meyilli olmadığını ama nefret ektiğinizde nefreti, iyilik ektiğinizde iyiliği yaydığını ve artırdığını da gösteriyor.
Siyaseti iyilerle kötülerin savaşı olarak değil de korku, öfke ve iğrenmeye karşı mutluluk, sevinç, merhamet ve samimiyetin mücadelesi olarak görebildiğimizde her şey çok güzel oluyor.